Hayatımız boyunca, toplum tarafından mutsuz olmamız öğütleniyor. Mutluluğa değil de, mutsuzluğa özendiriliyoruz. Ya da hiçbir işe yaramayan, yükü kendine dahi ağır mutluluk reçeteleri tutuşturuluyor elimize. Yapmamız gerekenler, o listede bir bir sıralanıyor. Sanki tüm onları yaparsak, toplumun sırtımıza geçirmeye çalıştığı mutsuzluk paltosunu çıkarıp atabilecekmişiz gibi enteresan bir umut yükleniyor zihnimize.
   Mesela bir yaştan sonra gittiğimiz oyun parkları çocukluğumuza selam etmiyor artık. Orada fazlalık, makinenin yanlış bir yerine yerleştirilmiş bir vida gibi hissediyoruz kendimizi. Çocukluk anılarımıza yer olmayan o listeler, kendimize kaçmamıza neden oluyor en nihayetinde.
   Mesela bir filmde bulmaya çalışıyoruz hayatımızı. Dakikalar boyunca peşinde dönüp durduğumuz karakterler, kahramanlar filmin bir noktasında bize benzesin istiyoruz. Mutluluktan çok, mutsuzluğumuzdan pay alsınlar istiyoruz. Belki de bu yüzden çok zamandır filmler bittiğinde ‘son’ yazısı çıkmıyor artık. Film ne kadar mutlu biterse bitsin, son olmadığından, bir yerlerden mutsuzluğun çıkıp gelebileceğinizi düşünmemizi istedikleri için çıkmıyor belki de o eskilerin bilindik sözcüğü…
    Mesela başarmaya çalıştığımız işlerin aksaması, geçerliliğini kaybetmesi için elinden geleni yapıyor bazıları. Hayatlarının tek amacı buymuş, başkaları hangi yola giderse takip edip yollarını tıkamakmış gibi garip bir iş ediniyorlar kendilerine. Mutsuzluğu kutsamak için bütün yaşam enerjilerini kullanıyorlar.
   Mesela hiç bitmeyecekmiş gibi yağan yağmurun ardına bakmamıza izin vermiyorlar. Kabul edilmiş her şeyi şablon halinde bize sunuyorlar. Hayatımızın neresinde, hangi şablona ihtiyacımız olabileceği, olduğu da zaten elimize tutuşturdukları o geçersiz reçetelerde yazıyor oluyor. Nihayetinde hayatımızın bir yerinde kaç adım gidersek, bir o kadar geriye düşmeye başlıyoruz.
   Mesela hayatın tümünü şablonlara sığmayacak biçimde yaşamak istiyor bazılarımız. Toplumun dayattığı mutsuzluk seviciliğini yüklenmek istemiyor sırtına. Bu kadar ağır bir yükü kim, nereye kadar taşıyabilir ki hem? 
   Mesela yağan yağmurların ardını merak etmenin, bir şiirin tek bir sözcüğüne takılı kalıp düşünmenin, artık filmlerin bir ‘son’unun olmayışının, göç mevsimi gelen kuşların hüznünün, mutluluğun kabul edilmesinin yaşanması en gerekli bir şeylerden bazıları olduğunu bilmek gerekiyor. Hayattan geçip giderken çocukluk anılarını hatırlamanın, sonu başından belli anıları tekrar tekrar yaşamanın ehemmiyetini unutmamak gerekiyor.
   Mesela bütün üzüntülerimizi, küskünlüklerimizi kâğıtlara yazıp denize bırakmanın ya da sadece denize anlatıp suda unutturmanın da mümkün olduğunu… Bütün bunların toplumun zihnimize kazımaya çalıştığı mutsuzluk algısından kurtulmak için kullanılabileceğini…  Unutmamak gerekiyor. Kalbimize bakıp iyice düşünmek gerekiyor bütün bunları. Gün günden değerlendirmek gerekiyor.   

Hayatımız boyunca, toplum tarafından mutsuz olmamız öğütleniyor. Mutluluğa değil de, mutsuzluğa özendiriliyoruz. Ya da hiçbir işe yaramayan, yükü kendine dahi ağır mutluluk reçeteleri tutuşturuluyor elimize. Yapmamız gerekenler, o listede bir bir sıralanıyor. Sanki tüm onları yaparsak, toplumun sırtımıza geçirmeye çalıştığı mutsuzluk paltosunu çıkarıp atabilecekmişiz gibi enteresan bir umut yükleniyor zihnimize.   

Mesela bir yaştan sonra gittiğimiz oyun parkları çocukluğumuza selam etmiyor artık. Orada fazlalık, makinenin yanlış bir yerine yerleştirilmiş bir vida gibi hissediyoruz kendimizi. Çocukluk anılarımıza yer olmayan o listeler, kendimize kaçmamıza neden oluyor en nihayetinde.   

Mesela bir filmde bulmaya çalışıyoruz hayatımızı. Dakikalar boyunca peşinde dönüp durduğumuz karakterler, kahramanlar filmin bir noktasında bize benzesin istiyoruz. Mutluluktan çok, mutsuzluğumuzdan pay alsınlar istiyoruz. Belki de bu yüzden çok zamandır filmler bittiğinde ‘son’ yazısı çıkmıyor artık. Film ne kadar mutlu biterse bitsin, son olmadığından, bir yerlerden mutsuzluğun çıkıp gelebileceğinizi düşünmemizi istedikleri için çıkmıyor belki de o eskilerin bilindik sözcüğü…   

Mesela başarmaya çalıştığımız işlerin aksaması, geçerliliğini kaybetmesi için elinden geleni yapıyor bazıları. Hayatlarının tek amacı buymuş, başkaları hangi yola giderse takip edip yollarını tıkamakmış gibi garip bir iş ediniyorlar kendilerine. Mutsuzluğu kutsamak için bütün yaşam enerjilerini kullanıyorlar.   

Mesela hiç bitmeyecekmiş gibi yağan yağmurun ardına bakmamıza izin vermiyorlar. Kabul edilmiş her şeyi şablon halinde bize sunuyorlar. Hayatımızın neresinde, hangi şablona ihtiyacımız olabileceği, olduğu da zaten elimize tutuşturdukları o geçersiz reçetelerde yazıyor oluyor. Nihayetinde hayatımızın bir yerinde kaç adım gidersek, bir o kadar geriye düşmeye başlıyoruz.   Mesela hayatın tümünü şablonlara sığmayacak biçimde yaşamak istiyor bazılarımız. Toplumun dayattığı mutsuzluk seviciliğini yüklenmek istemiyor sırtına. Bu kadar ağır bir yükü kim, nereye kadar taşıyabilir ki hem?    

Mesela yağan yağmurların ardını merak etmenin, bir şiirin tek bir sözcüğüne takılı kalıp düşünmenin, artık filmlerin bir ‘son’unun olmayışının, göç mevsimi gelen kuşların hüznünün, mutluluğun kabul edilmesinin yaşanması en gerekli bir şeylerden bazıları olduğunu bilmek gerekiyor. Hayattan geçip giderken çocukluk anılarını hatırlamanın, sonu başından belli anıları tekrar tekrar yaşamanın ehemmiyetini unutmamak gerekiyor.   

Mesela bütün üzüntülerimizi, küskünlüklerimizi kâğıtlara yazıp denize bırakmanın ya da sadece denize anlatıp suda unutturmanın da mümkün olduğunu… Bütün bunların toplumun zihnimize kazımaya çalıştığı mutsuzluk algısından kurtulmak için kullanılabileceğini…  

Unutmamak gerekiyor. Kalbimize bakıp iyice düşünmek gerekiyor bütün bunları. Gün günden değerlendirmek gerekiyor.