Sokaklarda öldürülen Gezi gençleri, yerlerde sürüklenen, cezaevlerine doldurulan üniversiteli gençler, cezalandırılmayan güvenlik güçleri ya da Roboski (Uludere) toplu cinayetinin hesabını vermemek için Dersim katliamını ya da Hamurabi döneminin haksızlıklarını gündeme sokan devlet yöneticilerinden söz etmeyeceğim bu hafta.
Önemli, ancak kendi içinde kalan, basına fazla da yansımayan bir toplantı hakkında bilgi vermek istiyorum.
Geçtiğimiz hafta sonunda Antalya’da iki gün süren uluslararası boyutu olan bir konferans düzenlendi.
Avrupa Konseyi ile Anayasa Mahkemesi tarafından ortaklaşa düzenlenen, ”İnsan Hakları Ulusal Koruma Mekanizması olarak Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuru” başlığı altındaki konferansta bir dizi panel yer aldı. Üst düzey yargı temsilcileri, temel insan hakları, yargı bağımsızlığı, hukukun üstünlüğü, adaletin sağlanması konularında değerlendirmeler yaptılar.
Avrupa Konseyi İnsan Hakları Genel Müdürü P.Boillat, Venedik Komisyonu Başkanı G.Buquicchio, Almanya Anayasa Mahkemesi Raportörü C. Schmaltz ve daha birçok yabancı hukukçu.
Ev sahibi Türkiye’den Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, Başkan Yardımcısı, HSYK ve Adalet Bakanlığı üst düzey temsilcileri, AHİM’deki Türk yargıç Işıl Karakaş, Prof.Ergun Özbudun, çeşitli hukuk fakültelerinin dekanları, hocaları konuşmacılar arasındaydı. Sadece Ankara’dan 100 den fazla üst düzey yargı temsilcisi de bu toplantıda yer aldılar.
Yapılan konuşmalarda, hukukun üstünlüğü, bağımsız yargı, evrensel adalet ilkeleri, insan hakları, düşünce ve ifade özgürlüğü gibi konularda demokratik ve çağdaş normlara vurgu yapıldı. Geciken adaletin yarattığı tahribat üzerinde duruldu. Çok kişi konuştu, dolu bir salon ilgiyle dinledi.
Bu toplantıya Avrupa Konseyi tarafından, Çağdaş Gazeteciler Derneği (ÇGD) Genel Başkanı olarak davet edildim.
Hukukun üstünlüğü, toplumda adaletin sağlanması ve önemi konusunda gerçekten çok güzel sözler edildi.
Bu konuşmaları dinleyince sanki Türkiye’de değil, çağdaş, demokratik bir ülkedeymiş gibi bir duyguya kapılıyor insan.
Konferansın son oturumunda, ifade özgürlüğünün tartışıldığı bölümde söz aldım ve ÇGD adına katıldığımı belirterek şunları söyledim:
“Türkiye’nin ve Uluslararası yargı kuruluşlarının önde gelen hukukçuları olarak iki gündür çok önemli konuları konuştunuz. Bağımsız yargı, hukuk devleti, toplumsal adalet, insan hakları, kadın hakları, ifade özgürlüğü konularında önemli değerlendirmeleriniz oldu.
Ancak bu iki gün boyunca dinlediğim bu konuşmaların, sanal alemde yapılmakta olduğu duygusuna kapıldım. Burada söyledikleriniz; olmayan, sanal bir alemde söylenmiş sözlerdir. Söylediklerinizin bu ülkede gerçek yaşamda karşılığı yoktur. Sözlerinizin, konuşmalarınızın bu salonun duvarlarına çarpıp düştüğünün ve yok olduğunun farkında mısınız?
Bu salondan ayrılın, sokağa çıkın, halkın arasına girin, gazetelerin, televizyonların haberlerine bakın, göreceksiniz ki burada söyledikleriniz gerçek yaşamda yoktur.
Örneğin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AHİM) Türkiye’de zorunlu din derslerinin kaldırılmasına karar verdi. Ancak bu ülkenin Başbakanı, bu karara uymayız, bu kararı tanımam diyor. Daha da ileri gidiyor, “ben de üniversitede bir derste zorunlu olarak marksizmi öğrendim” diye garip bir yanıt verebiliyor.
Bir başka örnek vereyim. Ankara’da Atatürk Orman Çiftliği diye bir alan var. Burasi SİT arazisi.Yapılaşma yasak. Ancak devlet, iktidar bu alana bina yapıyor. Mimarlar odasının başvurusu üzerine idare mahkemesi buraya bina yapılamayacağına ilişkin karar veriyor. İktidar bu kararı tanımıyor. Bina yapılıyor. Hem de devasa bir bina. Cumhurbaşkanlığı sarayı olarak tamamlanıyor.
Mahkeme kararı hatırlatılınca, bu ülkenin Cumhurbaşkanı,”ben binayı yapıyorum, oturacağım, yıkabiliyorsanız gelin yıkın da görelim” diyebiliyor.
Avrupa konseyi üyesi bir ülkede bir Başbakan, bir Cumhurbaşkanı mahkeme, yargı kararına karşı böyle açıklama yapabilir mi? Böyle yanıt verebilir mi? Verirse ne olur?
Son bir örnek vereyim. Ankara’da TBMM’de 4 eski bakanın hırsızlık, yolsuzluk iddialarıyla ilgili oluşturulan soruşturma komisyonu için AKP’li Başkanının isteği üzerine yayın yasağı konuldu. Sansür kararı verildi. Halkın haber alma, habere, bilgiye ulaşma hakkı elinden alındı.
Bu önemli konferansın sonuç bildirgesinde, yargı kararlarına uymayan, bu kararlara açıktan karşı çıkan devlet, hükümet yetkilileri uyarılacak mıdır?"
Konuşmam özetle böyleydi.
Diyeceksiniz ki açıklamanıza yanıt verildi mi?
Hayır.
Konferansın son günü, son oturumuydu, konuşmalar çok uzamış, süreler aşılmıştı.
Ayrıca benim açıklamam sorudan ziyade bir “değerlendirme”, ”katkı” olarak kabul edildi.
Toplantı sona erdi.
Salondan ayrıldık. Yerli, yabancı etkili ve yetkili üst düzey hukuk insanları, yüksek yargı temsilcileri sanal alemden çıkıp, gerçek aleme, Türkiye gerçeğine yeniden ayak bastılar.
Hayal aleminde olmak elbette güzeldi. Ancak kısa sürdü. Sadece iki gün.
Sonunda gerçeklerden kaçılmıyor. Gelip karşına dikiliyor.
Şöyle; Türkiye’de, demokrasi, insan hakları, temel hak ve özgürlükler, demokratik ve laik düzen, öğrenim özgürlüğü, basın, düşünce ve ifade özgürlüğü tek parti diktatörlüğünün baskısı altındadır.
Bu diktatörlüğe teslim olanlarla, buna direnenlerin, demokrasi mücadelesi verenlerin kavgası vardır.