Bu nedenle midir nesil yetiştirme projeleri?

Daha birkaç sene öncesine kadar 60 bin olan imam-hatip öğrenci sayımızı, bu nedenle mi 1 milyona çıkarttık?

Binlerce kişi, kendi inisiyatifi dışında dinî eğitime zorlandı, okuyorlar. Hâlbuki buradan çıkacak olan, dindar ve kindar bir gençlik olamaz. Olsa olsa, mensubu olduğu dinden, usanmış bir gençlik çıkar.

İyice geriye çekilip de bakar ve ayrıntıları kâle almazsak, köy enstitüleri de benzer kurgu. Aydınlanmacı; harç karıp okuyacağı binayı inşâ etmekten tutun da, keman çalmayı öğrenmeye kadar giden dev bir proje.

Gruplar, ekoller, cemaatler, hizipler, mezhepler,  etnik yapılar hep bir korunma/savunma veya benzeştirme telaşında. Devlet de tebaasını elbette.

Hangi anne-baba statüsünü kazanmış insan, evladının kendi gibi olmasını istemiyor ki? Bırakın kendi gibi olmasını istemeyi; zevklerinin-tercihlerinin ve hatta kararlarının kendi gibi olması için, çok sert mücadele veriyorlar.

Aile deyince, şunu da şerh etmek lazım: Anne baba, kendi başarısızlıklarından yola çıkıp, tersi/zıddı tavsiyelerle, ikazlarla çocuklarına dünyayı zindan ediyor. İstediği veya ısrar ettiği gibi olmayan/olamayacak evladın reddi gibi, bir yöntemimiz de var elbette.

Benzer kılık kıyafetler giymeler, benzer yemekleri sevmeler, aynı enstrümanlardan çıkan nağmelere vurulmalar da bu minvalde. Çok da fark edilmeden, fark ettirmeden genlerimize işliyor. Ve mutlaka, ama mutlaka devrediyoruz bu hasletleri. Aslında bulaştırıyoruz.

Anne başörtülüyse/başörtülü değilse kızı da başını örtecek/örtmeyecek. Öyle ki, daha emzirirken başı bağlı/açık çekilen fotoğraflar albümde yerini alacak. O çocuk, çocukken gelin olmayı kabullenmesi iliklerine kadar işlemesi için, daha 9-10 yaşındayken gelinlik giyecek. Erkek çocuk da damatlık elbette. Erkek daha ergenlikten çıkmaya çalışırken evlenemezse de, yakın çevresindeki kız çocuklarının evleniyor olmasına, itiraz edemeyecek hale getirilecek.

Kurcalama, bozacaksın, yapma, etme, düşeceksin, dur, yanarsın, sus, hayır, asla, ayıp, ne derler, desinler, ne derim, çarpılırsın, suratına bakmazlar, gelme, gitme, oturma, toparlan, öyle deme, hiç oldu mu, yakıştı mı, icat çıkartma, sana mı kaldı, sen mi düzelteceksin, yok mu senden başkası, bir sen mi akıllısın? Bu kelimeler, tıslamalar, telkinler bizden çıkınca ya da kulağımıza gelince; nakkaşın kaleminden tutun da, marangozun çekicine, işçinin balyozuna kadar uzanan farklı aletlerle ruhumuza şekil ve istikamet veriyor. Kararlarımızı; bu darbeciklerle, çarpmalarla, ezmelerle, oymalarla, kakmalarla, kırmalarla, koparmalarla, şekil vermelerle alıyoruz. Kahretsin.

Hâlbuki ihtiyacımız olan sayısız ayrıntı, güzellik dünyaya geldiğimizde bizimle. Diğer mükemmel, hoş ayrıntılar da yaşayarak, dâhil olunarak kazanılıyor. Eğitim ve öğretimle de bu süreç taçlandırılıyor. Zaten öğrenme, sadece okul denilen binaların içinde değil, dışında da ve ölene kadar devam ediyor. Binada öğrendiklerimizden çok daha hayatî ve mecburî olanları, o duvarların dışında zaten.

Asla benzerimiz olmalarını, istemediklerimiz de var elbette. Onlar, ötekiler yani. Ötekileştirmeye de hayranız, hastasıyız vesselam. Her şey zıddıyla bilinir kaidesini, ötekileştirmelerimizle realize ediyoruz.

İllâ düşmanımız olacak, illâ birilerinden, bir şeylerden nefret edeceğiz. Mutlaka kinimizi kusmak istediklerimiz, ezmek, yok etmek istediklerimiz olacak! Değil mi? Hep, ama hep birileri kötü ve iğrenç!

Ele geçirmek, sahip olmak, daha çok sahip olmak. Sahip olduklarımızı başkalarına/ötekilere kaptırmamak!

Döngü, bu! Kahrolası, sürekli doğuran iğrenç bir sarmal, bu!

Bu yazıyı sabit bir fikre bağlamayacağım. Hatta iddialı/sloganvari cümleyle de bitirmeyeceğim.

Ruhumuza batmış bir kıymık gibi kalsın istiyorum.