On dokuz yaşındayım ve sürekli dövülüyorum. Dövülerek öldürülmeye çalışılıyorum belki de, şimdilik farkında değilim. Ruhum dövülüyor, bedenimde morlukları, kızarıklıkları ve çürükleri göremiyorum ama yine de acısını iliklerimde hissediyorum. Ne demeliyim?
Ali İsmail adı hepimizin usunda kapanması zor bir yara olarak kalacak. Ara sıra kaşımak, kanatmak, acıtmak isteyenlerin olacağı bir yara…
Gezi Parkı olayları yaşanırken yakından takip etmeye çalıştım ve fakat içerisinde bulunamadım. Ordu’da her ne olduysa, hepsini takip edip hepsine katıldım ama. Bu da bir şeydir sonuçta!
Yaralıları, TOMA’ya maruz kalanları, biber gazı arasında yolunu bulmaya çalışanları, iş yerlerinde, evlerinde, sokaklarda olaylardan habersizken dahi gaz sayesinde ve nedeniyle olayların merkezinde yaşayanları, hepsini takip ettim. Elbet gözümüzün görmediği, kulağımızın duymadığı, okumadığımız onca gizli kapaklı olay da döndü dolaştı ortalarda.
Burada anlatmak istediğim Gezi Parkı’nın öyle ya da böyle olduğu değil. Derdim belki en çok kendimle… En çok, acının merkeziyle ilintili…
Derdim, unutulmaması gereken bir cinayetin uluorta gözler önünde tutulması gerektiğine olan inancım. Derdim, on dokuz yaşında bir gencin dövülerek öldürülmesiyle birlikte bir ülkenin toplumsal belleğinde bir tür travmaya yol açması…
Birkaç gün evvel yolda yürüyorken, parmakla sayılabilecek kadar az yere yapıştırılmış küçük notlara ilişti gözüm. “Ali İsmail’in Katili Kim?” yazıyordu o minicik ama benim bedenimde sarsıntısı büyük kâğıt parçasında. Günlerdir orada duruyor olmalıydı. Bütün iç dengelerimin hızla sarsıldığını, değiştiğini, vücudumda ağrıların başladığını hissettim. Sonra… Sonra dövülmeye başlandığımın farkına vardım.
On dokuz yaşındaydım ve on dokuz yaşında dövülerek öldürülmüş bir gencin ıstırabıyla, onun ismini her hatırladığımda dövülmeye mahkûm edilmiştim sanki. Şimdi nasıl bir cümle kurmalı?
“Anlatmalıyım,” dediğimi hatırlıyorum o anda. Dudaklarımın arasından çıkan sözün her zaman bir kıymeti olmasını gerektiğini öğrendiğim günden beri kurduğum en yarım, en eksik, en düşüncenin dışa vurulamamış haliydi belki de bu “anlatmalıyım”. Çünkü ne dersem diyeyim, nasıl usturuplu bir cümle kurmaya çalışırsam çalışayım hepsinin yarısını yazabilecektim kâğıtlara. Şimdi bunu göze alarak, belki daha birçok şeyi de göze alarak, her gün bir şekilde dövüldüğümü söylüyorum. Sopalarla, palalarla, kasap bıçaklarıyla, tekme ve yumruklarla…
Hiç tanımadığın ve artık tanışamayacağından emin olduğun bir kişi varken, ondan başka bir ‘ilk yazı’ konusu olabilir mi şu sayfada? Dahası böylesi bir acı nasıl ifade edilir, nasıl anlatılır yaşamda?

On dokuz yaşındayım ve sürekli dövülüyorum. Dövülerek öldürülmeye çalışılıyorum belki de, şimdilik farkında değilim. Ruhum dövülüyor, bedenimde morlukları, kızarıklıkları ve çürükleri göremiyorum ama yine de acısını iliklerimde hissediyorum. Ne demeliyim?

Ali İsmail adı hepimizin usunda kapanması zor bir yara olarak kalacak. Ara sıra kaşımak, kanatmak, acıtmak isteyenlerin olacağı bir yara…

Gezi Parkı olayları yaşanırken yakından takip etmeye çalıştım ve fakat içerisinde bulunamadım. Ordu’da her ne olduysa, hepsini takip edip hepsine katıldım ama. Bu da bir şeydir sonuçta!
Yaralıları, TOMA’ya maruz kalanları, biber gazı arasında yolunu bulmaya çalışanları, iş yerlerinde, evlerinde, sokaklarda olaylardan habersizken dahi gaz sayesinde ve nedeniyle olayların merkezinde yaşayanları, hepsini takip ettim. Elbet gözümüzün görmediği, kulağımızın duymadığı, okumadığımız onca gizli kapaklı olay da döndü dolaştı ortalarda.

Burada anlatmak istediğim Gezi Parkı’nın öyle ya da böyle olduğu değil. Derdim belki en çok kendimle… En çok, acının merkeziyle ilintili…

Derdim, unutulmaması gereken bir cinayetin uluorta gözler önünde tutulması gerektiğine olan inancım. Derdim, on dokuz yaşında bir gencin dövülerek öldürülmesiyle birlikte bir ülkenin toplumsal belleğinde bir tür travmaya yol açması…

Birkaç gün evvel yolda yürüyorken, parmakla sayılabilecek kadar az yere yapıştırılmış küçük notlara ilişti gözüm. “Ali İsmail’in Katili Kim?” yazıyordu o minicik ama benim bedenimde sarsıntısı büyük kâğıt parçasında. Günlerdir orada duruyor olmalıydı. Bütün iç dengelerimin hızla sarsıldığını, değiştiğini, vücudumda ağrıların başladığını hissettim. Sonra… Sonra dövülmeye başlandığımın farkına vardım.

On dokuz yaşındaydım ve on dokuz yaşında dövülerek öldürülmüş bir gencin ıstırabıyla, onun ismini her hatırladığımda dövülmeye mahkûm edilmiştim sanki. Şimdi nasıl bir cümle kurmalı?
“Anlatmalıyım,” dediğimi hatırlıyorum o anda. Dudaklarımın arasından çıkan sözün her zaman bir kıymeti olmasını gerektiğini öğrendiğim günden beri kurduğum en yarım, en eksik, en düşüncenin dışa vurulamamış haliydi belki de bu “anlatmalıyım”. Çünkü ne dersem diyeyim, nasıl usturuplu bir cümle kurmaya çalışırsam çalışayım hepsinin yarısını yazabilecektim kâğıtlara. Şimdi bunu göze alarak, belki daha birçok şeyi de göze alarak, her gün bir şekilde dövüldüğümü söylüyorum. Sopalarla, palalarla, kasap bıçaklarıyla, tekme ve yumruklarla…

Hiç tanımadığın ve artık tanışamayacağından emin olduğun bir kişi varken, ondan başka bir ‘ilk yazı’ konusu olabilir mi şu sayfada? Dahası böylesi bir acı nasıl ifade edilir, nasıl anlatılır yaşamda?