Suriye öyle bir barut fıçısı ki, bir kıvılcımla patlamasını dört gözle bekleyen, hatta bu bir an önce olsun diye elinden geleni ardına koymayan ülkeler neredeyse emellerine ulaşacaklar. "O kıvılcım" düşürülen bir Türk uçağı olabilirdi ve hala da bu olasılık ortadan kalkmış değil. Şu sıralarda Türkiye'nin sağduyulu hareket edip etmemesine bağlı bir sıcak çatışmanın eşiğindeyiz.
Şunu gözden kaçırmamalıyız: Suriye'nin Lazkiye açıklarında vurduğunu kabul ettiği uçağımızın neden olduğu tepkiler sonucu başvurulacak önlemler ve bunun ardından yaşanması beklenen gelişmeler ülkemiz için ciddi bir sınav oluşturacak. Ya Ankara bu "kıvılcımı" bir fırsat olarak görecek ve Suriye'de yaşatılmakta olan iç savaş koşullarında Batılı ülkelerin beklentilerini ve yüreklendirmelerini boşa çıkartmayarak askeri misillemeye varabilecek bir tutum sergileyecek; ya da yüzlerce yıllık deneyime dayalı ve Atatürk Türkiye’sinin "Yurtta Sulh, Dünya'da Sulh" ilkesinde anlam kazanan köklü devlet geleneklerini dikkate almaya başlayacaktır. Açıkçası ikinci seçenek açısından baktığımızda, ülkemizi yönetenlerin bir süredir yürütülen Suriye politikası yüzünden nasıl "ateşle oynamakla" eşdeğer bir çıkmaza sürüklendiklerinin farkına varmaları anlamını taşıyacaktır bu yaklaşım.
Ahmet Davutoğlu'nun, devlet televizyonunda yayınlanan söyleşisi, "çıkmaza sürüklenme" olayını daha bir kaygı verici boyutta fark ettirdi denilebilir. Uçağımızın silahsız bir "keşif görevinde" olduğu, uyarılmadan düşürülmesi sırasında Suriye karasularında bile olmadığı gibi "teknik" savunmalar, bizim açımızdan haklılığımıza kanıt olarak sayılabilir mi? Ya da "hızlı ve alçak uçuş" yapan uçağımızın ve şehit askerlerimizin kaybının tesellisi olabilir mi? Davutoğlu'nun bu savunma üslubu, Türkiye'nin Ortadoğu'da Batı emperyalizminin sergilediği kanlı yayılma projelerinin ve uygulamalarının destekçisi olma heveslerini ört bas edemedi. Zira TRT'deki çok özenle yürütülen 'çanak sorular' silsilesinin sonlarında, bu heveslere ne kadar bağlı kalındığı ayrıntılı biçimde yinelenip duruldu. Dahası, uçağımızın duyarlı ve sorunlu bir bölgede adeta 'husumeti' davet edercesine göreve gönderilmesinin gerekçesini haklı çıkaracak bir sonuca varılamadı.
Söyleşide görevli TRT elemanı bir soru yönelterek, Davutoğlu'dan uçağımızın düşürülmesinde kasıt olup olmadığı konusundaki görüşlerini almak istedi. Amaçlanan, Suriye silahlı kuvvetlerinin açık bir düşmanlık gösterip göstermediği değerlendirmesine ulaşmaktı. Bununla uçağa ateş açanların bunu kazara ya da bir refleksle yaptığı iddiasını boşa düşürmek olduğu izlenimine varmamak olası değildi. Sanki kurdun kuzuyu "suyumu bulandırdın" bahanesi ile yeme durumuna benzer bir mazerete varılmak isteniyordu. Davutoğlu beklenen duruşu sergilemekte gecikmedi ve özetle "Olayın kasıtlı olması, olmaması önemli değil. Önemli olan Türkiye'nin ulusal güvenliğini ilgilendiren bir konuda, sabrımızın test edilmesini kabul etmeyeceğimiz ve gereken her türlü önlemi alacağımızdır," deyiverdi.
Türkiye'nin sabrı neden daralır Suriye'de yaşananlara karşı? Aylar önce dostluğun zirvesine ulaşıldığı ve hatta ortak Bakanlar Kurulu toplantıları ile neredeyse sınırların ortadan kaldırıldığı bir ülkenin o günlerdeki yönetimine, liderine ve rejimine karşı bugün gösterilen açık düşmanlığın gerçek nedenini anlamak olası mı? Bir ülkenin içişlerine müdahale etmenin ve bunu yaparken bir dizi emperyal planlarla bağdaşan komploların içerisinde yer almak, aynı "sabır" faktörü ile açıklanabilir mi? Bölgede gerçek bir istikrar ve güven kalesi olma görevini üstlenmesi gereken Türkiye'nin, komşu ülkelerine silah ve isyancı trafiğine merkez üssü işlevi rolüne soyunması hangi "sabır" ölçütlerine uyar?
Bu soruları yöneltirken, dünya medyasında yer alan ve özellikle New York Times gazetesinin 21 Haziran tarihli sayısında yayımlanan iddialar göz ardı edilemez.
CIA ajanlarının, ülkemizin güneyinde kol gezdikleri, Suriye'deki isyancılara silah sevkiyatına nezaret ettikleri ve bu arada hangi silahların hangi isyancı gruplara verilmesinin denetimini bile yaptıkları ayrıntılı biçimde yer almıştır bu haberde. Ve hatta otomatik silahların, roketatarla yönlendirilen el bombalarının, tanksavar silahları ile mühimmatın Türk hududundan Suriye'ye, aralarında Müslüman Kardeşler elemanlarının bulunduğu "karanlık" şebekeler tarafından sevk edildiği, bu operasyonun Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye tarafından finanse edildiği aynı haberde ısrarla vurgulanmıştır. Bu tabloyu Ankara bir tek cümleyle geçiştirip yalanlamıştır ama Davutoğlu TRT söyleşisinin bir bölümünde, "Sonuçta ne olursa olsun Suriye halkıyla kardeşliğimiz ve dostluğumuz sürecektir" sözleri ile Suriye rejimine karşı organize ettiği "uluslar arası düşmanlık cephesindeki yerini bir kez daha belirginleştirme yolunu seçmiştir.
Yine başa dönelim, Suriye'nin bir barut fıçısı haliyle her an patlama olasılığının hangi kıvılcımlara kucak açtığını ve bunda Türkiye'nin olası rolünü gözden kaçırmayalım. Bir yanlış alarm, nereden geldiği belirlenmeyen kasıtlı bir füze ve hatta bir mermi...
Tüm bunlar ülkemizin içerisine düşürülebilecek tuzakların olası örnekleridir. Görev tanımı yönünden tatmin edici olmayan gerekçelerle gönderildiği bir çatışma bölgesinde vurulup düşürülen uçağımız ve bu olayda verdiğimiz şehitler böyle bir tuzağın yıkıcı sonuçlarının acı habercileridir. Sağduyumuzu yeniden kazanmamızda da bir fırsat oluşturabilir bu olay. "Sabrımızın test edilmesi" yaklaşımı böyle bir ortamda ortaya konulacak en son davranıştır, gerçek tehlike ve tehdit bu zihniyette yer bulmuş gibidir. Ankara dünya çapında ve Suriye bunalımının asıl düzenleyicilerinin ellerine koz verircesine başlattığı kampanyanın cezbesine kendisini kaptırmak yerine, 'ateşle oynamanın' getireceği olumsuzlukları hesaba katmaya başlamalıdır.