“Yani sen şimdi okuldan mezun olduktan sonra hâkim mi olacaksın yoksa savcı mı?” demiştim çok sevdiğim, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde okuyan arkadaşıma. Sanki avukat olarak kalmasını beklemiyormuşum gibi, öylece soruvermiştim.
“Avukat olarak kalacağım tabii. Hâkim veya savcı olduğumda kendimi bile savunamam çünkü.”
Yanıtı kafamı karıştırmıştı önce. “Haklısın,” deyip geçiştirmiştim o gün.
Üzerine düşünmedim sonra da. Hayatın sürüp giden temposunda gelişigüzel sorulmuş bir soru ve ona karşılık gelen oldukça sıradan bir cevap gibi silinip gittiğini sandım zihnimden. Oysa değerini ve doğruluğunu sonra idrak edecektim bu cevabın.
Didem Yaylalı ismine gazetelerde, televizyonda denk geldiğimde idrak edecektim. O zaman zihnimin neresine atıp yok etmeye çalıştığımı dahi bilmediğim bu anı çıkıp gelecek karşıma, haklılığını gösterecekti.
Hayat karşısında savunmasız bırakılmıştı Didem Yaylalı. ‘Hâkimi’ olmayı istediği hayatı, adaleti çarçur edenler tarafından hiçe sayılmıştı. Muhafazakar olmadığı söylenip aşağılanmıştı. Kendisini mağdur göstermeye bayılan zihniyetler tarafından alçakça zulüm görmüştü.
Bir kalp bütün bunları kaldırabilirdi belki. Belki kaldırabilirdi, evet. Ama babasının ifadesine göre ona, ölümünden iki hafta kadar önce ‘Gelsin elimi öpsün, affedeyim’ diyen Adalet Akademisi Başkanı ile karşı karşıya gelmek durumunda da kalmıştı. Bana kalırsa onuru en büyük yarayı tam da o zaman almıştı. Ruhunda o zamana kadar açılan bütün yaraları işte o gün zımparalamıştı kendini üstün gören zihniyet. Kanatmıştı ruhunu.
Bir intiharın ardından ne söylenebilir? Güzel anıları geride bırakıp kirli, pasaklı, eskimiş anıları alıp yanında götüren ve bunları hayattayken sindirmeye çalışan bir hanım efendi için dua nasıl edilir? Hangi dualar okunur?
Sanıyorum Didem Yaylalı, hâkim olmayı fakülteye girdiği günden beri kafasına koymuştu. Günün birinde hâkim olacak, mahkeme salonunu yönetecek, haklıyı haksızın kefesinden çıkarıp kenara koyacak, sonlanmamış bütün haksız ve geçersiz davalara karşı önüne geçilemez bir duygusal sarsıntı yaşayacaktı. Belki içeri atılmış bütün suçsuz yürekleri o üfleyecek, tozunu atıp, haklı olduklarını ispat edecekti onların. Olmadı.
Şimdi arkadaşımın tümcesi kafamda başıboş atlar olmuş bir o yana, bir bu yana koşturup duruyor. Ve o atların üstünde Didem Yaylalı geleceğe doğru gidiyor. Silinmeyecek anıları serpiyor geçtiği yollara. Ve tek bir dileği kalıyor geriye: Kendisini hiçe sayanlar, diğerlerini aynı zulümle karşı karşıya bırakmasın. Bunu mırıldanıyor o yağız atında sırtında, çok uzaklara ama asla hafızalardan silinmeyecek kadar uzaklara giderken.

“Yani sen şimdi okuldan mezun olduktan sonra hâkim mi olacaksın yoksa savcı mı?” demiştim çok sevdiğim, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde okuyan arkadaşıma. Sanki avukat olarak kalmasını beklemiyormuşum gibi, öylece soruvermiştim.

“Avukat olarak kalacağım tabii. Hâkim veya savcı olduğumda kendimi bile savunamam çünkü.”Yanıtı kafamı karıştırmıştı önce. “Haklısın,” deyip geçiştirmiştim o gün.Üzerine düşünmedim sonra da. Hayatın sürüp giden temposunda gelişigüzel sorulmuş bir soru ve ona karşılık gelen oldukça sıradan bir cevap gibi silinip gittiğini sandım zihnimden. Oysa değerini ve doğruluğunu sonra idrak edecektim bu cevabın.

Didem Yaylalı ismine gazetelerde, televizyonda denk geldiğimde idrak edecektim. O zaman zihnimin neresine atıp yok etmeye çalıştığımı dahi bilmediğim bu anı çıkıp gelecek karşıma, haklılığını gösterecekti.

Hayat karşısında savunmasız bırakılmıştı Didem Yaylalı. ‘Hâkimi’ olmayı istediği hayatı, adaleti çarçur edenler tarafından hiçe sayılmıştı. Muhafazakar olmadığı söylenip aşağılanmıştı. Kendisini mağdur göstermeye bayılan zihniyetler tarafından alçakça zulüm görmüştü.

Bir kalp bütün bunları kaldırabilirdi belki. Belki kaldırabilirdi, evet. Ama babasının ifadesine göre ona, ölümünden iki hafta kadar önce ‘Gelsin elimi öpsün, affedeyim’ diyen Adalet Akademisi Başkanı ile karşı karşıya gelmek durumunda da kalmıştı. Bana kalırsa onuru en büyük yarayı tam da o zaman almıştı. Ruhunda o zamana kadar açılan bütün yaraları işte o gün zımparalamıştı kendini üstün gören zihniyet.

Kanatmıştı ruhunu.

Bir intiharın ardından ne söylenebilir? Güzel anıları geride bırakıp kirli, pasaklı, eskimiş anıları alıp yanında götüren ve bunları hayattayken sindirmeye çalışan bir hanım efendi için dua nasıl edilir? Hangi dualar okunur?

Sanıyorum Didem Yaylalı, hâkim olmayı fakülteye girdiği günden beri kafasına koymuştu. Günün birinde hâkim olacak, mahkeme salonunu yönetecek, haklıyı haksızın kefesinden çıkarıp kenara koyacak, sonlanmamış bütün haksız ve geçersiz davalara karşı önüne geçilemez bir duygusal sarsıntı yaşayacaktı. Belki içeri atılmış bütün suçsuz yürekleri o üfleyecek, tozunu atıp, haklı olduklarını ispat edecekti onların. Olmadı.

Şimdi arkadaşımın tümcesi kafamda başıboş atlar olmuş bir o yana, bir bu yana koşturup duruyor. Ve o atların üstünde Didem Yaylalı geleceğe doğru gidiyor. Silinmeyecek anıları serpiyor geçtiği yollara. Ve tek bir dileği kalıyor geriye: Kendisini hiçe sayanlar, diğerlerini aynı zulümle karşı karşıya bırakmasın. Bunu mırıldanıyor o yağız atında sırtında, çok uzaklara ama asla hafızalardan silinmeyecek kadar uzaklara giderken.