Türkiye başka şeylere gebe. Herkes başbakan da dahil olayların ayırdında değil. Olaylar aslında katılımcı demokrasi kavramının yerleşmeye başladığı 1984 sonrasını işaret ediyor. Dünyayı yeniden şekillendirmeye karar veren finans oligarşinin 1970 lerde görevlendirdiği çoğu Avrupalı hatta Almanayalı sosyalistlerden oluşan ve kapitalizmin bunalımına çare bulmaya kafayı takan Frankfurt okulunun tezlerinin uygulanmaya başlamasıyla başlandı.
Dünya yeniden dizayn edilecekti ve merkezi devletler parçalanacak, adeta yeniden manifaktür üretim gerçekleştirecek, toplumlar yönetimsel anlamda atomize edilip tüketim yani kapitalist pazar en ücra noktaya kadar genişletilecekti.
1990'ların başlarında Frankfurt Okulunun değişik ülkelerinde ki öğrencilerinden dersler alan öğrencileri başta Özal olmak üzere bu programı yerleştirmeye başladılar. Merkezi yönetimler kendi ayaklarıyla bu tuzağa kaçınılmaz olarak düşeceklerdi. Öncelikle merkezi yönetimler sosyalizm talepleriyle korkutulacak ve sonucunda ise çözümün daha çok demokratikleşme olduğuna ikna edilecekti. Tüm ABD ve Avrupa gibi topluluklar oluşturan yapılar dışında ki merkezi yönetimler yerinden yönetime doğru kaçınılmaz olar evrildiler.
Tabi ki bu bir anda olmadı. Sovyetler Birliği dağıldı önce. Bağımsız Devletler Topluluğu oldu önce,sonra o da dağıldı. Sonra ise tekrar bir bölümü daha da küçük parçalara ayrılma endişesiyle bir araya gelme telaşına düştüler. Ama merkezi diğer devletler çok geçmeden sıranın kendilerine geleceğini göremedi. Bunlardan biri de Türkiye idi. Sorosla beslenen Tesev, dahası kökü dışarda zorunlu kabul edilen WWF, Greanpeace'den Uluslararası Af örgütlerine kadar değişi örgütler bir virüs gibi merkezileşmeye karşı bireyselleşmeye kadar uzanan bir hücreden başka bir yapıya dönüştürme görevini üstlenecek ve ben olmadığından hiç de "biz" olmamış toplumun "ben"liğe doğru hızla itecekti. Bu dalga karşısında en donanımlı sosyalistler bile dayanamayacak, biz olmanın tipik modeli olan aile bütünlüklerini bile koruyamaz hale geleceklerdi. Nitekim de öyle oldu.
Adımlar toplumsal evrimi hızlandıracak şekilde ardı ardına geldi. Katılımcılık, yerindenlik hızla önce sosyal demokratlarda ardından Çillerli demokratlarca, ara dönem dirençlerine rağmen, AKP ile toplumsal yapının her hücresini değiştirdi. Ancak başbakan çevresinde ki kökü dışarıdaki toplum mühendislerince merkezi devleti Kürt sorununu çözerek temsil edebileceğine inandırılmış olmalı ki hala olayların gelişimini göremeyip elinde ki yüzde 50' den söz ediyor. Oysa ne elinde ki, ne de karşısında ki yüzde 50 baskıcı merkezi bir yönetim istiyor.
Çünkü onlar çoktan yeni dünya düzeninde şekillendirildiler ama şekillendirme ne yeni dünya düzeninin istediği ne de iktidarın istediği şekilde oldu. Çünkü doğal ki her madde yapısına göre şekillenecekti. Bu şekillenme başkaldıran insan tipini yarattı. Bu nedenle olaylar bitmeyecek. Başbakan Afrika'ya girken danışmanlarınca iki günde biteceğine dair inandırılmış, kandırılmış olmalıydı ki, dönünce çoktan elinin gücünün kontrolünden çıkan yığınları umutsuzca kontrol etmeye çalışıyor. Hamasiyetle de, baskıyla da bu isteği gerçekleşmeyecek. Başbakan her sorunda kestirme başvuru kaynağı olarak gördüğü, akil adamlarını topladı. Biri Hasan Kaçan, diğeri Necati Şaşmaz. Bir kaçtı, diğeri ise şaşmadı. Şaşmaz, ekranda çizdiği tipe göre tamamıyla düşünsel bir hayal kırıklığıydı. Bir ara Fettullah Hoca konuşuyor sanacaktım ama o bile en azından ezberiyle ağlayarak veya burnunu çekerek daha inandırıcı olurdu. Onun üzerinde insan kör oldu. Beş kişi öldü sayılır. Adamın biri çıkıyor, " tomalar yandı, iş makinaları yandı, reklam panoları kırıldı" diyebiliyor hala insan hayatının karşısında.
Devleti kutsayabiliyor hala. Cezaevlerinde insanları yakan Sami Türk'ten farkı yok inadıyla. Diğeri çıkıp üst makamına bakmayıp 2 milyar küsur ağaç diyebiliyor aklın sınırlarını zorlayıp, hesap kitap bilmeden, nasıl olur demeden. Dalga geçer gibi gezi parkı olaylarından bihaber ya da sadece uzaktan geçmiş olmuş olmasına aldırmadan düşüncelerine başvurabiliyor. Diğer en üst makam da ki ise "polisin jobu yoktu" diyebiliyor gözlerimizin gördüğüyle alay eder gibi. Yani artık günü ve geleceği okuyamayıp, öğrendikleri orta çağ öğretileriyle topluma egemenlik sağlayabileceklerine inanan bütün ciddiyetsizler gibi.
Başbakan bir gerçeği gördü. Finans Oligarşi yani kendi deyimiyle faiz lobisi vardı ardında. Borçla yatan borçla kalkar, ama başbakan hep böyle sürer sandı. Bir günde biteceğine inanmıştı. Beklemiyordu. Kendi ifadeleri de aynen böyle. Ama artık tarih ona kendisini anlayamamış diğer kendinden öncekilere de söylediği gibi diyor ki "geçmiş olsun"