Bilinen her şey, bilinmeyen bir şeylerin üstünü örtüyor şu hayatta. Bazı şeyler, kamufle edildikleri için çözümsüz kalıyor. İnsanlığın gözünün önünde gerçekleşen facialar, oyunlar, kurnazlıklar da diyelim başkalarının göz bağıyla örtülüyor. Görmezden geliniyor. Görünmez hâle getiriliyor. Bu yüzden işte, şu hayatta bilinenlerden çok bilinmeyenler şekil aldırıyor hayatımıza. Yontuyor hayatımızı. Şeffaflaştırıyor. Ve bu sayede daha fazla görünmez hale getirilip, herkesin gözleri önüne atılıveriyor hayatımız. Hâlbuki ne kadar saklanılırsa, o kadar dikkat çekeceği hiç düşünülmüyor.
Zifiri karanlıkta gidilecek en doğru yolu bulmaya benziyor bu biraz da. El avına. Önümüze çıkabilecek bütün engellere karşı bir korunmasızlık gelişiyor ister istemez. Tökezlemelere, takılıp düşmelere, düşüp bir daha da kalkamama olasılığına, karanlıkta keskin gözlü bir avcı tarafından av olma durumuna hazırlıklı olmak gerekiyor, hayatımız şeffaflaştıkça. Karanlığın bilinmeyen madde hâli, bütün gelişmelerden çok ruhumuzun, zihnimizin, bedenimizin duygu durumunu etkiliyor. Bu durumda, üzeri örtülen bütün gerçekler, bir gize dönüşürken aynı anda hayatımızın kırılma noktalarından birine de eviriliyor.
Ve hayatın kırılma noktaları kolay unutulmaz, bilirsiniz. Bireyselden toplumsala ilerleyen bir yol çizer. Gelecek oluşturur. Tarihi yazar. Tarih, bireysel acıların toplumsal acılara dönüşürken yitirdiklerini yazar çokça. Gerisini pek umursamaz. Sanki o dönüşümün hiçbir değeri yokmuş gibi davranır. Fakat bence asıl büyük olay, belki de yaşamın özü o dönüşümde yatar. Orada hayata karışır. Bilinmesi gerekenler orada konuşlanır. Orada bulunur.
Sürekli düşündüğüm bir durum var tarihe ilişkin. Acaba yazılan, okuduğumuz tarihin kaçta kaçı gerçekte yaşanana denk düşüyor? Neyi okur, hangi yana bakar, kime sorarsak geçmişin gerçek yaşanmışlıklarına ulaşabiliriz? Ne kadarını şimdiye teyelleyebiliriz sonra da?
  Bilmek bazen her şey demek değil, bildiklerimizin gerçekliğinden emin değilsek eğer. Gün gelir eski bir ev yıkılır, bir yol veya arka bahçe kazılır, tonlarca ağırlıkta bir kaya aşınır, parçalanır, kemikler ortaya dökülür ve geçmişin kimliği belirsiz ruhları ortalarda dolaşmaya başlar. Kim böylesi bir yaşama dayanır? Dahası tarih bu aşamada hangi köşeye saklanır?  O güne kadar anlatılanları kim ezberinden çıkarıp atabilir? Ya da temize çekerken ezberini, kaçta kaçına güveni kalır artık?
Tarih, bilinenin bilmeyenden sıyrılmasıyla oluşan, bana göre inanılması zor ve kuşkulu, gerçekliği hangi belgeler olursa olsun şüpheli bir alan. Belki yasak bir bahçe, gizli sandıklar, kapalı siyah kutular… Hatta toprak altından çıkan isimli isimsiz kemikler, şekli belirsiz bitkiler… Kazılan, yıkılan, devrilen ve bazen de altında kaldığımız tarih… Bir geçmiş zaman masalı...

Bilinen her şey, bilinmeyen bir şeylerin üstünü örtüyor şu hayatta. Bazı şeyler, kamufle edildikleri için çözümsüz kalıyor. İnsanlığın gözünün önünde gerçekleşen facialar, oyunlar, kurnazlıklar da diyelim başkalarının göz bağıyla örtülüyor. Görmezden geliniyor. Görünmez hâle getiriliyor. Bu yüzden işte, şu hayatta bilinenlerden çok bilinmeyenler şekil aldırıyor hayatımıza. Yontuyor hayatımızı. Şeffaflaştırıyor. Ve bu sayede daha fazla görünmez hale getirilip, herkesin gözleri önüne atılıveriyor hayatımız. Hâlbuki ne kadar saklanılırsa, o kadar dikkat çekeceği hiç düşünülmüyor.

Zifiri karanlıkta gidilecek en doğru yolu bulmaya benziyor bu biraz da. El avına. Önümüze çıkabilecek bütün engellere karşı bir korunmasızlık gelişiyor ister istemez. Tökezlemelere, takılıp düşmelere, düşüp bir daha da kalkamama olasılığına, karanlıkta keskin gözlü bir avcı tarafından av olma durumuna hazırlıklı olmak gerekiyor, hayatımız şeffaflaştıkça. Karanlığın bilinmeyen madde hâli, bütün gelişmelerden çok ruhumuzun, zihnimizin, bedenimizin duygu durumunu etkiliyor. Bu durumda, üzeri örtülen bütün gerçekler, bir gize dönüşürken aynı anda hayatımızın kırılma noktalarından birine de eviriliyor.

 Ve hayatın kırılma noktaları kolay unutulmaz, bilirsiniz. Bireyselden toplumsala ilerleyen bir yol çizer. Gelecek oluşturur. Tarihi yazar. Tarih, bireysel acıların toplumsal acılara dönüşürken yitirdiklerini yazar çokça. Gerisini pek umursamaz. Sanki o dönüşümün hiçbir değeri yokmuş gibi davranır. Fakat bence asıl büyük olay, belki de yaşamın özü o dönüşümde yatar. Orada hayata karışır. Bilinmesi gerekenler orada konuşlanır. Orada bulunur.

Sürekli düşündüğüm bir durum var tarihe ilişkin. Acaba yazılan, okuduğumuz tarihin kaçta kaçı gerçekte yaşanana denk düşüyor? Neyi okur, hangi yana bakar, kime sorarsak geçmişin gerçek yaşanmışlıklarına ulaşabiliriz? Ne kadarını şimdiye teyelleyebiliriz sonra da? 

Bilmek bazen her şey demek değil, bildiklerimizin gerçekliğinden emin değilsek eğer. Gün gelir eski bir ev yıkılır, bir yol veya arka bahçe kazılır, tonlarca ağırlıkta bir kaya aşınır, parçalanır, kemikler ortaya dökülür ve geçmişin kimliği belirsiz ruhları ortalarda dolaşmaya başlar. Kim böylesi bir yaşama dayanır? Dahası tarih bu aşamada hangi köşeye saklanır?  O güne kadar anlatılanları kim ezberinden çıkarıp atabilir? Ya da temize çekerken ezberini, kaçta kaçına güveni kalır artık?

Tarih, bilinenin bilmeyenden sıyrılmasıyla oluşan, bana göre inanılması zor ve kuşkulu, gerçekliği hangi belgeler olursa olsun şüpheli bir alan. Belki yasak bir bahçe, gizli sandıklar, kapalı siyah kutular… Hatta toprak altından çıkan isimli isimsiz kemikler, şekli belirsiz bitkiler… Kazılan, yıkılan, devrilen ve bazen de altında kaldığımız tarih… Bir geçmiş zaman masalı...