Yirminci Yüzyılın başında Emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşı vererek kurulan Türkiye Cumhuriyeti nereye götürülmek isteniyor?
Bu soruyu yanıtlamak için yakın geçmişe bakıp olanları anımsamak gerekiyor.
İkinci Paylaşım savaşından sonra galip devletler, başta ABD Birleşmiş Milleler örgütünü kuruyorlar. Türk hükümeti de üyelik için başvuruyor. Alınan yanıt “”Çok partili demokratik bir ülke olunmadan bu örgüte giremezsiniz, yâda kabul edilemezsiniz” denildi mealen. Sonuçta örgüte alınmadı.
Bu örgüte benzer bir örgün 1930’lu yıllarda da kurulmuştu.
Mustafa Kemal Atatürk bu uluslar arası örgüte girmek için başvuruda bulunmadı. Örgüte girme koşulları arasında girmek isteyen ülkenin örgüte başvurması ve örgütün ilgili kurulunda da kabul edilmesi zorunluluğu vardı. Atatürk’e “Örgüte girmek için niçin başvurmadığı soruldu. Atatürk’ün yanıtı; “Ben başvurmam. Davet edilirsem gelirim!” . Farkı fark ediyorsunuz kuşkusuz. Özelilikle Atatürk’ün ölümünden bu yana yaşananlara baktığımızda bu tür aymazlıklara sıkça rastladığımızı görüyoruz
Türkiye bu yanıttan sonra toplumun hazır olup olmadığı hesap edilmeden hemen çok partili bir düzene gitti. Demokrasi kuralları var mıydı? Hayır yoktu. Sanki bir önceki yönetim Atatürk dönemi dâhil acımasızca eleştirildi. Anımsanır, Balıkesir’de bir çocuk İsmet Paşaya “ Bizi aç bıraktın” türünden bir laf söyler. İsmet Paşa da “Aç kaldınız ama babasız kalmadınız” diye yanıtlar. Yaşananlar içinde demokratik kuralların hiç birisi yoktu. 27 yıllık zulüm vardı v.b…
Sonunda halk aynı partiden olanlar bir kahvede, diğer partililer de bir başka kahvelerde oturmaya başladılar. Yani toplumda bölünmeler yaşanmaya başladı.
Tam Amerikan yanlısı bir yönetim egemen oldu Türkiye’de.
Köy Enstitüleri kapatıldı, halk odaları ve Halk Evleri gibi uygarlaşma yolunda eğitim veren kurum ve kuruluşlar birer birer yok edildi.
Cumhurbaşkanı Celal Bayar “Küçük Amerika olacağız” diyerek yönümüzü belirledi.
Bu arda 1926 yılında yürürlüğe giren ve “Türkiye’de petrolün aranması, bulunması, işletilmesi ve pazarlanması Türkiye Cumhuriyeti hükümetine aittir”
İçerikli petrol yasası 1954 yılında ülkeye davet edilen Amerikalı bir avukatın hazırladığı ve Türkiye topraklarında petrol arama, bulma, işletme ve pazarlama” yetkisi yabancı sermayeye devredildi. (Petrol konusu Türkiye için çok önemli ve ayrı bir yazı konusu.)
Amerika isteklerini tek tek öne sürüyor ve Türkiye Cumhuriyeti aynen yerine getiriyordu.
Amerika’nın en büyük zenginlerinden Rockfeller Başkan’a bir mektup yazar 1956 yılında.
“Yapacağımız ilk iş; bağımsızlığına düşkün ulusların ordularını ya ele geçirmek ya da yok etmek olmalıdır. (…) Subayları elde edin ya da ideallerimizin gerçekleşmesini unutun.”
Sözünü ettiğim 1945 ve 1950 yıllarından bu yana Türkiye’de hangi gerçek bağımsızlıktan söz edebilirsiniz? Aynı mektupta Türkiye’den söz ederken de “Oltadaki Balık Yem İstemez” der.
Ve Sayın Emin Değer de aynı isimli bir kitap yazar. Mektubun tümü bu kitapta yer almaktadır.
Hani Irak’lı mı, Suriyeli k mi Amerikalı bir stratej vardı. Türk dostu diye niteleniyordu. Zalmay Halilzad. Bu Türkiye dostu(!) da şunları söylüyordu:
Amerika için gündemin ilk maddesi enerji güvenliğidir. Bu açıdan Türkiye, İran Körfezi, Kafkasya ve Orta Asya’daki önemli petrol ve gaz kaynakları eşsiz bir konumdadır.”
İşte bu “eşsiz konum”daki Türkiye Cumhuriyeti ordusu Rockfeller’in dediği gibi ele geçirilmenin son aşamasına gelindi ve yurtsever komutanlar esir alındı ve Silivri zindanına atıldı.
Yine bu “Eşsiz konumdaki” Türkiye üzerinde istenen oyunu oynayabilmek için kendine yakın ekipleri işbaşına getirdi.
Şimdi de ABD’nin en önünde gelen stratejisti Kisinger’e kulak verelim.
“ABD neden kuvvetlidir bilir misiniz? Biz içimizdeki hainleri öldürürüz."
GİDİŞ’in nereye doğru olduğunu sanıyorum bu belgeler yoruma gerek kalmadan açıkça ortaya koymaktadır. Başka ülkedeki hainleri ise öldürmez, alır onları ülkelerinin en yüksek yerlerine oturturuz. (Rockfeller Vakfındaki konuşması) yorum sizin