İnsanın en temel duygularından biri olan özlemin, özellikle de geçmişe duyulan özlemin ne kadar derin ve evrensel olduğunun farkında mıyız?

Özlem, yaşın ilerlemesiyle birlikte daha da yoğunlaşsa da aslında her yaşta insanın kalbine dokunabilen bir gerçeklik.

Masumane yıllar

Kendimizi özlüyoruz. Yaptığımız şeyleri, yapamadığımız şeyleri, acıları ve gülüşleri. Geçmişin güzelliğini fotoğraf karelerinde, anılarda arıyoruz. O anların tadını bir daha asla alamayacağımız bilinciyle, onlara daha sıkı sarılıyoruz. Gençliğin coşkusunu, kaygısızlığını, geleceğe dair umutlarını özlüyoruz. Tıpkı okuldan yeni çıkmış bir çocuğun yüzündeki o masumiyeti ve merakı gördüğümüzde kendi gençliğimize dönüp baktığımız gibi.

Peki, neden geçmişi bu kadar özlüyoruz? Belki de hayatın akışının hızlanması, sürekli yeni hedefler koymamız ve bunlara ulaşmak için koşturmamız, anı yaşamamıza engel oluyor. Geçmiş; durduğumuz, nefes aldığımız ve yaşadığımız her anın kıymetini anladığımız bir liman gibi.

Gelecek de özlenebilir

‘Her şeyi satın alabiliriz ama zamanı satın alamayız’ cümlesi, bu durumun en çarpıcı özeti. Milyarlarca dolar harcayarak her türlü lükse sahip olabiliriz, milyarlarca yıl ötedeki bir yıldızı da satın alabiliriz ama zamana sahip olmak mümkün değil. İşte bu gerçek insanı hem hüzünlendiriyor hem de yaşama daha sıkı tutunmasına neden oluyor.

Aslında özlem sadece geçmişe yönelik bir duygu değil. Geleceğe dair kaygılarımız, henüz yaşamadığımız deneyimlerimiz de özlem duymamıza neden oluyor. Örneğin çocuk sahibi olmak isteyen bir erkek, baba olmanın ne demek olduğunu henüz yaşamadığı için buna dair bir özlem duyabilir. Ya da kariyerinde henüz ulaşamadığı bir noktaya ulaşmak isteyen bir kadın, bu hedefe ulaştığında nasıl hissedeceğini merak edebilir.

Varoluşsal sancılar

Özlem, insanın varoluşsal bir sorunsalıdır. Geçmişe takılıp kalmak yerine anı yaşamaya ve geleceğe dair umutlarımızı canlı tutmaya çalışmalıyız. Ancak bu şekilde özlemin verdiği acı yerine ondan beslenerek daha mutlu ve anlamlı bir hayat sürebiliriz.