Göze batmayan hikâyeler yazmaktı amacım. Şimdiki zamanlarda tene değdi, ruhu deldi geçti, sonu başı belli olmayan savurgan yazılarım.
Akıllara zarar, evlere şenlik vasiyetimdi tek aşkım. Ta ki insanlığın aşk’tan algılamış olduğu düşünceleri yataklara düşürene kadar…
Hiç kimsenin aklının eremediği benzetmelere bile sözün düşemeyeceği bir anlam yüklemeliydim aşkıma… Ama nasıl?
Aşk...
Kır çiçeklerinin masumiyeti, kız çocuklarının işvesi - cilvesi... Bir hayat kadınının iç geçirmesi! Her defasında ses aynı, ritim aynı, duygu yok! Monotonlaşmış ilişkilerin başrolünü kapmış... Ağzında sakız! Kalıplaşmış kademeli sevişme sahneleri... Aç gözlerini. Gülümse, hayat fotoğrafını çekiyor. Masum imzalı, yanardöner çerçeveli...
Bak aşk nerelere kaçmış be çocuk! Ne zaman büyüyeceksin sen? Ne zaman anlayacaksın çoğu zaman yas tutman gerektiğini?
Yas mı dedim?
Pardon…
Bilerek ve isteyerek aşk’ın bakirliğini bozan “çakma sevda”ların ardından ne yası tutacaksınız? Kim ve ne için canınızı yakacaksınız? Size kim sahip çıkacak o gittikten sonra?
Kimse!
Ne bir yurt edineceksiniz o gittikten sonra, ne de bir sahip çıkanınız olacak… Olsun, unutursun diye sırtınızı sıvazlayacaklar. “Sonra sıcak bir yeşil çay içer misin iyi gelir” diyecekler. Sonra evlerine gidecekler…
Akşam olacak…
Saat dokuz buçuk on suları… Yalnızlık işleyecek iliklerine kadar. Üşüyeceksin. Soyunup yatağına gireceksin. Ağlayacaksın, hıçkıracaksın, nefesin kesilecek, zangır zangır titreyecek tüm bedenin. Uzuvların karşı gelecek sana… Komutlarına cevap vermeyecekler. Onu isteyeceksin. Tüm şehvetinle… Sana dokunmasını, öpmesini, seni senden geçirmesini isteyeceksin…
Ama maalesef sabah olacak.
Kahvaltını hazırlamak istemeyeceksin, hatta yapmadan sokağa fırlayacaksın. Eşofmanın üzerinde, sağa sola salınarak yürüyeceksin. Saçlar darmadağın… Pejmürdelik hat safhada… Görenler deli zannedecek, umursamaya vaktin olmayacak… Yol üstü kahvaltıcından –ki laf kalabalığı olsun arada bilinen simitçidir kendisi- iki adet simit alırsın, vur ayakları yola. Oturduğun bankta yemeye çalıştığın simitlerin susamları üzerine dökülür, ağlarsın. Boğazında kalır, yutamazsın yine ağlarsın. Banka bırakır simitleri yola koyulursun tekrar ve aç kaldım diye yine ağlarsın…
Yalan!
O yok diye ağlarsın. Ve bir daha asla dönmeyecek diye ağlarsın. Hep kendini kandırırsın yani… Salak saçma şeylere gülersin. Televizyonda çıkan abuk sabuk reklamları izlersin. Bardaktaki çayı içmeden soğutur, ardından evyeye boca edersin. Bulaşıklar yıkanmaz. Çoraplar salonun orta yerindedir. O buzdolabı sıcaklığındaki yatağa yatılmaz. İmdada bir battaniye ve yastık yetişir. Tabi yine salondaki çekyata kurulum sağlanır. Telefon çalar, bakılmaz. “Sessizde unutmuşum” mazeretini iyi ki bulmuşlar düşüncesi kafanın bir köşesine yer edinir. Çoğu saatlerde uyunmaz fakat uyudum zannedilir. Sabah uykudan fırlarsın geç uyandım mantığıyla, ama daha yedi olmamıştır… Vesaire vesaire işte…
Demem o ki yaptığın hiçbir icraat bir halta yaramaz. Ne ettiğini sen bile anlayamazsın.
“Sonra kendine geliyor musun?” diye sordunuz farz edelim…
Evet, geliyorsun. Bir hafta sonra bu üşengeçlikten kurtuluyorsun. Ev toplanıp, temizlenmeğe başlanıyor. Reklam yerine sinema filmleri izleniyor. Patlamış mısır, kola veya çay eşliğinde. Hem çoraplarda artık öyle salonun orta yerinde kamp kurmuyorlar, doğru kirli sepetine…
Geçmeyen bir şey varsa o da aşk arkadaş aşk!
Ne acısı geçer ne sancısı… Yakıyor yüreği orta yerinden. İklimsiz, bitki örtüsüz yaşanıyor ya ilişkiler… Arsız ve namussuz. Yorgan altına sıkıştırılıp, bacak aralarında aranan günü birlik, adına aşk dedikleri yılışıklığın ölüm sebebi olacağını bilemediler gerçek aşk’ın. Yazık ettiler. Başka bir şey koysalardı adını. Zevk deselerdi, heves deselerdi, ihtiyaç deselerdi de aşk deyip yazık etmeselerdi!
Ayıp ettiler aşk’a…
Hem de çok ayıp!