Bahar!
Mevsimlerden ilkbahara gelmişiz. Güzel memleketimin üzerine güneş doğuyor her sabah… Yeşili bol, yağmuru bereketli Ordu’m.
Bahar ordusu!
Sonbaharın soyduğu ağaçlar yeşilin her tonuyla donatılarak karşımıza çıktı. Erikler çiçek açıyor, papatyalar cümbür cemaat sıraya diziliyor ordudaki askerler gibi… Bahar ordusu da böyle bir şey işte her şey çok, her şey mükemmel, her şey her şeyden çok farklı…
Ordu baharı!
Yine yeşillendi fındık dalları…
Denizimin maviliği gözümü aydınlatırken, mis kokulu çiçekler de yüreğimi fethetmekle meşguller. Boztepe’den aşağı paraşütle atlayanları izliyorum. Süzülerek iniyorlar sahile. Sahilde irili ufaklı çocuklar, yaşlı-genç birçok insan ya yürüyüşteler ya da dinlenişte. Peki, yüreğinizin sahilinde kimler vardı?
Neler vardı?
Suskunluklar, yalnızlıklar, hatıralar…
Bekleyişler…
Bekleyişteler!
Beni de fark etsinler diye can havliyle dalgalarını çarpan deniz, diğerlerine inat daha bir coşkuyla açan beyaz papatya, ışınlarını özellikle gözlerinize kamaştıran güneş ve daha nicesi…
Bekleyişteler!
Umudu, huzuru, mutluluğu arayan insanlarında beklediği buydu. Bahar. Ordu baharı. Bahar ayları. Yüzdeki gülümsemeleri özlemle karşılayan dostane bahar-ı aşk.
Bir başkadır Ordu baharı. Ordu başkadır. İnsanlarının sıcaklığını yüzlerinden okursunuz. Gülümserler. Dudaklarıyla değil; gözleriyle. İçinizi ısıtırlar. Sobalarıyla değil; sözleriyle. Mis kokularıyla derinden oh çektirirler. Parfümleriyle değil; yağmur damlasının toprağa ilk değdiği anda oluşan kokuyla…
Bir başkadır Ordu!
“Ne beyan-ı hale cür’et, ne figana takatim var.
Ne raca-yı vasla gayret, ne firake kudretim var.”
Ne halimi arz etmeye cür’et edebiliyorum, ne de feryad etmeye takatim var.
Ne vuslat umudu için gayrete geliyorum, ne de ayrılığa güç yetirebiliyorum.
Bu şehre neden veda edemiyorum?