Onlar, bu nereye çekersen gelir Dünya'sına adeta bir Instagram filtresiyle dokunmuş, bizi tanımadan etmeden hayat yolculukları boyunca, yapmış oldukları heyecan verici işler ve de yarattıkları akımlarla yüreğimizle bağ kurmuşlardı. İçinde bulunduğumuz yıl içerisinde bize ilham vermeye devam eden beş (5) kadınımızı bu teşekkür yazısıyla kucaklamaya ne dersiniz?
Kim mi onlar? Siyah-beyaz günlerden bugünlere uzanan öncülüğüyle Türk tiyatrosunun sahneye çıkmış ilk kadın oyuncusu Afife Jale, eserleriyle modern feminizmin yaratıcısı olmuş bir Fransız yazar Simone De Beauvoir, Doğu ve Batı sentezinin hakkını vermiş ilk Türk kadın seramik sanatçısı Füreya Koral, 90’lara sihirli değnek misali dokunarak Türk müziğine bambaşka bir soluk getiren Aysel Gürel  ve de kraliyetin mücevher parıltıları altındaki ışıltısının kasvetli yüzünü bize aralayarak prensesliğini gönüllerde tescillemiş Lady Diana…
Bu kadınlarımızın ortak özelliği kendi gerçeklerini ortaya koymak! Yaşadıkları dönem, bulundukları konum, haklarında çıkabilecek türlü söylentiler, hiç denenmemişliğin verdiği boşluk… Hiçbir şey onları yıldırmamış, ihtimaller denizinde damarlarındaki asil cesaretle yol almışlar. Bu yüzden de gittikleri yerden bize hala ışık olabiliyorlar.
İşte O Kadınlar:
AFİFE JALE
 
Azra Kohen’in Fİ-Çİ-Pİ üçlemesinden uyarlanarak, Puhu TV’de yayınlan ilk milli internet dizimiz Fİ (ve devamındaki Çİ) ilk bölümünden, yaklaşan final bölümüne hepimizi büyülemiş durumda. Oyuncu kadrosuyla gözlerimizi kamaştıran diziyi izleyen-izlemeyen herkes bir şekilde Can Manay’dan ve onun takıntılı aşkı Duru Durulay’dan haberdar. Serenay Sarıkaya’nın hayat verdiği Duru karakteri ise işini tutkuyla yapan bir baş dansçı. Dizi, final bölümünde yayınlanacak Afife Jale gösterisiyle bu hafta sona eriyor. Öyle ki yaklaşık on bölümdür Afife aşağı Afife yukarı replikleri o kadar duyduk ki… Gösterinin hazırlanıp-hazırlanamamasından, müziğinin Deniz karakteri tarafından yapılıp-yapılamamasına, Duru ve Ece karakterinin Afife olma uğrundaki savaşına derken bu gösterinin ardında nasıl bir emek ve mücadeleyi gerektirdiği biz seyircilere kalın punto harflerle vurgulandı.
 
Peki kimdi Afife? Afife 1902 yılında Kadıköy’de dünyaya geldi. Hayatımıza Türk tiyatrosunda sahneye çıkan ilk Müslüman kadın oyuncu öncülüğüyle girdi. Cumhuriyet’in henüz ilan edilmediği dönemde, Müslüman kadınlar sadece kadınlara özel gösterilerde sahneye çıkabilirken, o tutuklanma riskini göze alarak 1919 yılının 13 Nisan gecesi Kadıköy’deki Apollon Sineması’nda ilk gösterimi yapılacak olan, Hüseyin Suat’ın Yamalar adlı oyununda, Emel rolünü oynayan Eliza Binemeciyan’ın Paris’e gidişi üzerine onun yerine «Jale» takma adı ile sahneye çıktı. Böylece bir ilki başardı. Adına Tiyatro ödülleri düzenlendi, filmlere, kitaplara, müziklere konu oldu. Bu yıl içindeyse hakkını teslim edecek bir içerikle Fi dizisi, yeniden can verdi onun anısına. Muhtemelen dünyaya geldiklerinde, hayatta dahi olmayan Afife’yi bu denli yaşayabilen oyuncularımızın başarısında, Afife’ye duyulan minnetin payı büyük olmalı. Final bölümünde izleme imkânı bulacağımız Afife karakterinin onu tanıyan tanımayan birçok kişiye daha ilham olacağından eminim.
SİMONE DE BOUVOIR
 
Ardı ardına dizilmiş Kadın, Fransız, Yazar, Feminist Filozof sıfatlarının tek bir insana yüklediği misyonu üç saniye düşünmenizi rica ediyorum. Nasıl bir aydınlanmayı beraberinde getireceği konusunda şaşkınlık yaratmayacağına garanti verebilirim. 1968’lerin modern feminizminin öncüsüdür Simone de Beauvoir, ancak tek başarısı bu değildir. Fransız varoluşçuluğu üzerinde bırakmış olduğu iz akademide bugün hala hatır-ı sayılır bir derinliktedir. Kadına seçmeyi, kendini geliştirmeyi, varlığını dünyaya kabul ettirmeyi öğütlemiştir Simone. Çünkü ona göre kadın, diğeri değildir bir şeyin… Kadın özgürlüğü bugün hala bir Dünya meselesidir. 1949 yılında skandallarla yayınlanan İkinci Cins adlı kitabı kadının özgürleşme çabasında bir ekol haline gelmesiyle bilinir. Peki ya Simone’suz bugünümüz, kadını hala benimseyememiş dünyayla nasıl bir savaş verebilir, onu nasıl ehlileştirebilir? İşte bu noktada 2017 Ekim’inde, Sel Yayıncılık tarafından çıkarılan, Julia Kristeva’ya ait Simone de Beauvoir “Aramızda” adlı eseri edinmenizi öneririm. Çünkü bu derleme eserde yazılanlar, bizi Beauvoir’ı yeniden okumaya, onu anlamaya davet ediyor.
FÜREYA KORAL
 
Adını tüm dünyaya duyurabilmiş bir Cumhuriyet kadınıydı o…  İlk Türk profesyonel seramik sanatçısı Füreya Koral… Mustafa Kemal’e “Füreya hanım görüyorum ki, siz çok çalışkan bir insansınız. Millet sizden çok şey bekliyor. Siz çalışmalı ve bir şeyler vermelisiniz memlekete.” dedirtebilen bir Füreya… Her haliyle parıldamaya hazır bir cevher. Ruhunu sanatla besleyen bir aileden gelme özelliğiyle, kim ve nereye ait olduğunun oldukça farkında…” Ben tepeden tırnağa Bizans, İstanbul ve Anadolu imişim meğer!”… Bu topraklarda sanat bir başka zor biliyorsunuz. O da bunun hakkını vererek, seramik ve çinicilikte gösterdi kendini. Doğu-batı sentezini kattı eserlerine… Sanatın müzeye hapsedilmesine karşı ilkeli duruşuyla biz hiç farkında olmasak da günlük yaşamımızın içine olabildiğince girdi Füreya. Bugün ona ait eserler otel, çarşı, fakülte, pastane çeşitliliğinde birçok tarihi yapının duvarlarını süsleyerek bizi seyrediyor. Bunların ötesinde, ölümünün yirminci yılı (20.) olması sebebiyle, Kale Grubu’nun katkılarında Akaretler’deki Sıraevler’de Füreya Project’le bizimle yeniden buluştu Füreya. Ne yazık ki 18 Ocak’ta son bulan serginin, Füreya’nın uçsuz vizyonuna sağlam bir kapı açtığı kesin. Atölye yaşantısından, özel hayatına Füreya’yı derinlemesine ele alan sergide ona ait birçok eseri de bir arada görme şansına eriştiğim için oldukça mutluyum. Biten serginin ardından Füreya’yı daha çok yaşamak isteyenlere ise tavsiyem yeni basımıyla tekrar çok satanlar raflarındaki yerini alan Ayşe Kulin’in “Füreya” adlı kitabı. Eminim Füreya’yı anladığınızda, yolculuğunu bitirmiş olmanın ardındaki nesillere ilham vermeye engel olamayacağı gerçeğini bir kez da görmüş olacaksınız.
AYSEL GÜREL
 
Her yaşın Aysel’iydi o…
Rengarenk, sapsarı saçlı, belirgin dişleri, kırmızı rujuyla bir ikondu zihinlerde…
Türk Pop’unun kraliçesiydi… Türlü türlü söz-beste… Hepsi çılgın şarkılar… Ağır Roman filmi gibi deşiyordu bazı şarkılar yüreğimizi… Tanrı Unutmuş Olsa da, Vur Durma Vur Yüreğim Vur, Ağla Firuze Ağla sonra da kıyamayıp Sen Ağlama… Peki ya Değer Mi Hiç, Değer Mi Söyle’ler, Abone’ler… Giderken bile Sevdanın Son Vuruşunu yapan o değil miydi yüreklerde?
Türk pop müziği adeta Aysel Gürel’den beslendi yıllarca. Döneminin şarkılarından bambaşka bir müzik dili yaratmıştı çünkü. Sezenler, Yoncimikler, Sertablar, Tarkanlar daha niceleri… Olmasaydı, bilmem kaç jenerasyonun duyguları buhar olur uçardı muhtemelen. Şarkılarının bir mayası vardı, bir yaşanmışlık… İşte belki de o yüzden her biri hit oldu, hala dinliyoruz bangır bangır. Ölümünün onuncu yılında, bize yeniden göz kırptı Aysel Gürel. Sandıklar dolusu sayfalarca şiir, söz, mektup ve çalışma notları “Ne Kavgam Bitti Ne Sevdam” adıyla kitap haline getirildi. Ruhu deli kadın, oralardan ruhumuza dokunmaya devam ediyor, hiç gitmemiş gibi… Işıklar içinde uyu Aysel…
LADY DIANA
 
Çocukluğumla ilgili en hatırlanabilir yaşlarımdı, 1997 yazının son akşamlarından birinde… Galler Prensesi Diana’nın hayatına mal olan kaza görüntüleri, anlamadığım dilde açıklamalarla son dakika haberiyle verilmişti. Yürek burkan ölümünün ardından annemin okuduğu Prensesin Aşkı: Bir Tahtı Sarsan Skandal kitabının kapağında yer alan fotoğrafıyla, çocuk aklıma kazınmıştı. Yirmi yıllık süreçte Diana’nın yaşamı ve son yolculuğu ardındaki gizem birçok kitaba, filme, belgesele konu oldu. Şimdiyse ölümünün yirminci yılı (20.) olması sebebiyle 2017 yapımı belgesellerle Netflix’te yeniden karşımızda. The Story of Diana, Prenses Diana’nın Kayıp Sırları’nı mutlaka izleyin derim. Çünkü sadece iyilik elçisi prenses olarak kodladığım Diana’nın yaşamına bir yetişkin gözüyle bakabilme imkânı verdi. “Vay be! dedirtti. Yaşadığı görkemli hayatın karanlık odalarında saklandığı yılların ardından, ondan beklenenin aksine Birleşik Krallık gibi bir güce karşı gelmişti. Bu bir kibir değildi. Aksine içindeki mahcubiyeti aralayan, Diana’nın ruhunu gösteren bir küçük pencereydi bu değişim. Diana, halkın prensesiydi ve bu taç aslında onun içindeki naiflik ve samimiyete takdim edilmişti.
***
Özetle, bu muhteşem beş kadın göçüp gittikleri bu dünyada hala bizlere ilham olma yolundalar. Ömürlerine sığmayan başarıları, başka başka vesilelerle tekrar karşımıza çıkmalarına imkân sağlayacak kadar parlak. 2017’nin 8 Mart’ında, 2018’in 8 Mart’ına diye kısa bir zaman çizelgesine indirgediğim bu ilham perileri dizi, edebiyat, sergi, şiir, belgesel tadında yeniden bizimle buluştular bu yıl. Oysa, her zaman dilimi içinde bize ilham olmaya devam eden Zübeyde Hanımlar, Türkan Saylan’lar, Amy Winehouse’lar niceleri var… Biz kadınlar için amaç, kısacık hayat dilimimizden sonra da anneliğimizle, gönüllülüğümüzle, öncülüğümüzle, sevgimizle izler bırakabilmek. İşte tam da bu sebepten; yüreğinize sesleniyorum:
Hey biz Dünya kadınları, bu gezegene kendi imzasını atmış başarılı, hayat dolu, erdemli, naif öncülerimizin açtığı yolda, gösterdikleri hedefe kadar, durmadan yürüyeceğimize birlikte and içmeye ne dersiniz?