Resim yapmak!
Ya da resim yapmaya çalışmaktı elimize aldığımız kalemlerle umarsızca bir şeyler karalamak. Bize göre dünyanın en güzel resmiydi…
Neler çizmemiştik ki?
Üçgene benzer sıra dağlarımız vardı. Sol köşeden göz kırpan kirpikli bir güneşimiz. Havalar hep güneşliydi biz çocukken. Karanlık ve sisli bir resim ve dünya düşünemezdik. Hep bahardı resimlerimiz. Çünki açan çiçeklerimiz vardı daima. Tek katlı çatılı evlerimiz vardı. Kapitalizm henüz bizi ele geçirememişti demek ki. Sağ alt köşeden dere geçerdi, çaprazlamasına. Üzerinde ahşap köprüsü olan. Hatta yosunları bile olurdu çoğu zaman. Biz çocukken görebiliyorduk tüm ince detayları.
Sonra kuşlarımız vardı bizim. Hepsi aynı model “m” harfinden. Büyükleri karga oluyordu, küçükleri serçe… Ama hep “m” harfiydi. Sıra dağlarımızdaki ağaçlar yetmezdi bir grup ağaçtan orman yapardık. Yine üçgen şeklinde. Ama evin arkasında yalnız büyüyen tek bir ağaç vardı. Çınar ağacı gibi. Kocaman ve yere hafif yaprakları dökülenlerden. E be çocuk nerden gelir aklına böyle güzellikler?
Sonra sıra boyamaya gelirdi. Biz önce kurşun kalemler çizerdik, sonra renklendirme yapardık. Öyle resim öğretmenimiz de yoktu bizim. Beşi birlik sınıflarda ne arasın resimci?
A’yı da aynı öğretmen öğretirdi, bir artı biri de…Resim dersinde serbest kalırdık. Çünki hayal gücümüzü görmek isterdi. Ama herkes aynı hayali kurmaya sözleşmiş gibi aynı resimden çıkardı.
Güneşi sarıya boyardık. Bilincimize öyle işlenilmiş. Çıplak gözle bakmak zararlı ama gözlerimizi kısıp da gördüğümüz renk sarıya çok yakındı. Oysa akşamları kızıla bürünürdü güneş. Sahi ne oldu bizim güneşimize?
Sıradağlar hep kahverengi. Sınıftaki eski püskü haritalarda çoğunluk rengiydi kahverengi. Kahverengi boyamız yoksa da elde etmek çok da zor değildi. Önce yeşile boyar ardından sarıya boyardık dağlarımızı. Ama sadece dağdı onlar. Şimdilerin savaş mevkisi olacağını bilmeden boyadık hep.
Evimizin rengi! İşte herkeste farklı olan evdi. Herkes kendi evinin rengini boyardı. Benim evim boyalı değildi. Bende tuğla gibi çizer kırmızı ile turuncu karışımı bir renge boyamaya çalışırdım. Türk filmlerinin aksine panjurlu değil; kare ve simetrik çizgiler ile dört parçaya bölünen pencerelerimiz vardı. Ve kapısı hep açıktı. Hoşgörülü ve misafirperverdik biz çocukken. Gerçekten.
Dereyi maviye boyardık. Oysa su renksizdi. Bilmiyorduk ki! Denizi mavi tanıdık dere de mavi olur dedik boyadık. Yine kahverengiden köprüsü. Yeşilden yosunu… Şimdilerde sudan bile yoksun derelerimiz var bizim. HES. Afedersiniz heyy! Sesimi duyan var mı?
Kırmızı, turuncu, pembe çiçeklerimiz açardı hep. Rengârenk olurdu çiçekler boyanınca o haşin ve gaddar beyaz kâğıt. Ormanımız hep koyu yeşil. Çınar ağacının dalda kalan yaprakları açık yeşil dökülenleri ise sarı renkliydi. Şimdi ormanlarımızın rengi kızıla boyanmış. Alev(!) kızılı…
Gökyüzü!Olabildiğince maviydi. Sonradan öğrenecektik o da renksizmiş. Her şey yalanmış demek ki. Neden kandırdılar ki bizi. Resimlerimizle mutluyduk. Kuşlarımız siyahtı. Bir tek onlar kaldı aynı. Tepemizdeki akbabalarda siyah…
Şimdi bizden renklerimizi almaya gelmişler. Merdivenlerimizi boyadılar griye. Kötülük ve kehanet hikâyeleri gibi. Kötü kalpli cadı üfledi, şirinlerin köyü griye dönüştü. Bize empoze edilmeye çalışılan yaşam tarzına hazır mıyız?
Kapitalizmin ele geçirdiği tek katlı çatılı evlerimiz nerede kaldı bizim? Peki, yapılmakta olan Hes’lerin ele geçirdiği derelerimiz? Ne oldu onlara? Dağlarımıza kimler pusu kurmuş? Kardeşlerim kanıma hayran mı olmuş?
Ormanlarımıza gökdelenler mi dikilmiş? Kim ağaç dikmiş? Nereye?
Velhasıl kelam kısa lafın uzunu şu ki benim hayalimi çaldılar. Ben büyüdükçe hayallerim küçüldü. Renklerim yok oldu. Grileştik. Bizim grileşmemiz yetmedi, etrafımızdaki renkleri de boyadılar…
Ve biz küçüldük. Değersizleştik. Sıradan basit insanlar olduk bazı gözlerde. Keşke resimlerimiz aynı kalsaydı. Renkli hayallerimiz olurdu elimizde avucumuzda. Saydam kalplerimize dokunabilen…