Ey insanlık!
Aç kapını ben geldim. Ne kadar zormuş sana gelebilmek. Ne çetin savaşlar kazandım yolunda… Ne acı sular içtim ırmağında. Senin anlamını buldum yolunda: “rüzgâra karşı durabilmek”.
Ey insanlık!
Çekip gitmemeliydin bizden. Böyle yüz üstü, böyle pervasızca uzaklaşmamalıydın. Bu kadar kolay olmamalıydı terk edişin. Düşeni kaldırmak zor değildi ki! Omzuna dokunsan, doğrulup ayağa kalkacaktı. Sen ne yaptın peki? Sokaktaki dilenciye bakar gibi baktın ve gittin. Oysa dilencinin de ihtiyaçları vardı. Özellikle onunda insan olduğunun unutulmamasına… Ama bizim insanlık dediğimiz –yani sen- yatılı ve çok uzaklarda bir yerlere yerleşmişsin. Biz daha çok bekleriz. Hani umut dediğimiz var ya imla yanlışı var orda… UNUT olacak!
Ey insanlık!
Ve insanlığını çarşı-pazara yollamış hem türüm.
Neden en zor durumları başınıza gelmeden anlamazsınız ki? Neden sizde düşmeden kalkılabileceğini bilmezsiniz ki? Neden kendinizden başka insanlar olduğunu ve bu dünya üzerinde yaşayan her canlının sizde hakkı olduğunu düşünmezsiniz ki? İşinize gelmez ki!
Ve ey insanlık!
Gitmekte çok haklısın bu kadar nankör ve bakarkör varken. Neden mi? Yerlere çöp atarken savurduğunuz mikroplarınızı ve etraftaki canlılara verdiğiniz zararları düşünmediğiniz için bakarkörsünüz. Kendinizden başka kimseye faydanız olmadığı için nankörsünüz. Evsizlere, açlara, savaş mağdurlarına bir faydanız dokunmadığı için bencilsiniz. Size sunulan nimetleri bölüşmediğiniz ve hatta kırpıntısını dahi paylaşmadığınız için, yeri geldiğinde hesapsızca savurduğunuz için günahkârsınız…
Siz mal mülk sahibi ama yeri gelince fakir edebiyatı yapan hem türüm. Gidenler ne götürdü bana söyler misiniz? İnsanlıktan başka. Onu da sayılı kişiler götürebilmiştir.
Dedim ya bu dünya üzerinde sadece siz yoksunuz. Binlerce canlı, binlerce işe yarar mikroorganizma var. Ve inanın ki bazıları bu mikroorganizmalar kadar faydasız. Yazık!
Ey insanlık!
Sana çok yazık!