“Paradigma” kelimesi dilimizde ‘Değerler dizisi’ olarak anılmaktadır. Ayrıca “Düşünce kalıbı”, “Model oluşturan değerler”, “İdeolojilerin oturduğu temel” olarak tanımlanmaktadır. Buna ilaveten, “Şey’in temel ayakları” olarak ta tanımlayabileceğimizi düşünüyorum.
Açıklanan bilgilere göre Paradigma, Bir oluşuma veya bir zaman dilimine hitap eder ve zaman içinde kendini yenileyebildiği gibi, son bulması da ihtimal dâhilindedir.
İş ve meslek dallarına göre de paradigmalar oluşturulabilir ki bu oluşum meslek özelliklerine dayanır.
Paradigmaların en büyük varlık nedeni, geniş kesimlerce benimseniyor ve paylaşılıyor olmasında yatar. Aksi halde belirleyici olma özelliği kazanamaz.
Bu tanımlamalar paralelinde TC’nin Paradigmaları (oturduğu ayaklar ) nelerdir ve bunlara kimler neden hücum ederler:
TC’nin temel dayanaklarından ilki “Antiemperyalizm ve Bağımsızlık” ilkesidir. Dünya’da batı emperyalizmine (sömürgeciliğine) karşı ilk savaşı verip, ağımsızlığını sağlayan ülke Türkiye’dir.
“Yurtta Barış, Dünya’da Barış” söylemini karşılayacak bir ifade henüz ortaya atılamamıştır ve İnsanlık var oldukça Atatürk’ün bu sözüne hep ihtiyaç duyulacaktır.
Anayasada yazılı “T.C. Sosyal bir Hukuk Devletidir” ibaresi ‘İnsan Haklarını’ koruyup geliştiren bir Paradigmadır. Günümüz toplumlarının ihtiyaç duyduğu çeşitli yaptırımları kapsar.
“Lâiklik” ilkesi basit anlamda tarif edildiği gibi sadece Devletin Din işlerine, Din’in Devlet işlerine karışmaması değil, esasında inançların bağımsızlığı ve özgürlüğüdür. Lâiklik olmadan Demokrasinin olmayacağı kabul edilir bir gerçekliktir.
1924 yılında kabul edilen “ Tevhid-i Tedrisat” (Eğitim Birliği) yasası, Millet olmanın, Ulus olmanın, toplumsal aydınlanmanın asgari şartlarının başında gelen bir dayanaktır.
TBMM Başkanlık kürsüsünün arkasından her gün gözümüze bakan Atatürk’ün “Egemenlik kayıtsız şartsız Milletindir” ifadesi, ‘Demokrasi’ Paradigması olarak değerini ve kılavuzluğunu tarih boyu sürdürecek kıymet ve değerdedir.
Çağdaş bir Devletin, Demokratik bir toplum yapısının oluşması için mutlak olan bu değere saldırılar kimler tarafından ve neden yapılır?:
Saldırılar, bağımsızlık elde edilip Cumhuriyetin kurulmasıyla başlar. Hem iç, hem dış yönlüdür.
İç yönlü saldırılar daha çok inanç temellidir ve ‘toplumsal Devrimler’ karşıtlığı içeriklidir. Dış yönlü saldırılar ise, ‘Emperyal sömürgeciliğin de yenilebileceğine örnek olma’ kızgınlığından kaynaklanmaktadır.
ABD’li siyaset bilimci Samuel Philip Huntington 1996 yılında yayınlanan “Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması” isimli kitabında: Dünya ülkelerini beş kategoriye ayırıyor ve Türkiye’yi ‘Bölünmüş Ülke ve Kararsız Ülke’ olarak iki kategoriye sokuyor.
Huntington’a göre Türkiye Lâikliği kabul ederek ülkeyi ve toplumu tarihten kopardığını, dolayısıyla ‘Bölünmüş’ bir topluma dönüştüğünü; Cumhuriyetin çağdaşlaşma çabalarına karşı kitlesel direnim dolayısıyla da ‘Kararsız’ ülke konumunda olduğunu söylüyor.
Ülkemizin geldiği-getirildiği nokta, kimi tavsiyeleri akıl dışı, saçma-sapan olsa da bazı konularda Huntington’u doğruluyor. Bu ülkede onun tavsiyelerine uyanlar ve uygulayanlar var.
Gelecekteki en büyük sorunumuz kimlik sorunu olacaktır. Özellikle etnik konudaki kışkırtmalar, tartışmalar ve karşıtlıklar ‘Ulus Devletin’ çözülmesi için zemin oluşturabilir. İç ve dış kimi çevrelerin temel amacı budur. Bu ayrışmanın içine inanç ayrılığını da soktunuz mu; kıyamet alâmetlerini beklemeye başka gerek kalmıyor. Toplumsal değerlere ve Devletin temel dayanaklarına saldırının amacı mutlak çözülmeyi sağlamaktır.
AKP iktidar dönemi Türkiye’nin iç ve dış sorunlarını çok ağırlaştırdı. Yönetim anlayışında kişisel egolar egemen oldu ve ayrışmalar hız kazandı, toplumsal doku çeşitli yerlerinden yara aldı, berelendi. Yıllardır topluma söylenenlere dikkatlice bakarsak, söz ve uygulama sahiplerinin nerelerden esinlendiklerini buluruz. Söylenenlerin ülkeyi nerelere getirdiğini de zaten yaşayarak görüyoruz. Mevcut toplumsal ilişkileri ve yönetsel anlayışı toplumsal ve çağdaş projeler çerçevesinde yenileyip geleceğe yönelik dönüştürülmedikçe işimiz gerçekten zor.
Bu duruma neden geldiğimizi, buna cesaret edenlerin bu gücü nereden aldıklarını Mahatma Gandhi’nin bir sözü çok net açıklıyor: “Söyledikleriniz düşüncelerinizi, Düşünceleriniz duygularınızı, Duygularınız davranışlarınızı, Davranışlarınız Alışkanlıklarınızı, Alışkanlıklarınız değerlerinizi, Değerleriniz de kaderinizi belirler.”
Kaderimizi kimlerin belirlediğini, bunda bizim katkımızın ne olduğunu, sonucun nereye varacağını bu ülkede yaşayan herkes binlerce defa düşünmesi ve gücünü birleştirmesi kaçınılmaz Ulusal görevimizdir… Yoksa!!!